OSMANLI’NIN EŞŞİZ EDEBİ, NEZÂKETİ VE ZARÂFETİ
Şanlı mâzîmizin dünyalara değişilmez kıymetteki şeref tablolarını, saâdet asırlarının maddî ve mânevî sahadaki göz kamaştıran inkişaf ve ihtişâmını akla getiriyor. Mübârek ecdâdımızın emsalsiz bir incelik, nezâket, zarâfet ve hassâsiyetle inşâ edip cihan tarihine armağan ettiği fazîletler medeniyetini hatırlatıyor.
Zarif, nâzik, güzel ve duygu derinliğine sahip insanlar yetiştirmek sûretiyle huzurlu bir toplum ortamı meydana getirmek, yüce dînimiz İslâm’ın aslî gâyelerinden biridir. Bu olgunlaşma ise, ancak emsalsiz örnek şahsiyet Hazret-i Peygamber j Efendimiz’in rûhânî dokusundan nasip alabilmekle mümkündür.
Tarihte bilhassa ecdâdımızın, Peygamber Efendimiz’in rûhânî dokusundan feyizyâb olarak zarâfet ve nezâket husûsunda kaydettikleri seviye, hiçbir millete nasîb olmamış derecede yücedir. Onların muâşeret âdâbı, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz eder.
OSMANLI DEMEK!..
Bu toplum, hiçbir millet ve mezhep ayrımı yapmaksızın mü’minleri kardeşi, gayr-i müslimleri ise insanlıktaki bir eşi olarak kabul etmiştir. Bütün insanlığa karşı müstesnâ bir nezâket ve zarâfet güzelliğiyle davranmış, İslâm’ın güler yüzünü sergilemiştir. Onların bu nezâket ve ince davranışları pek çok hidâyetlere vesile olmuştur. Nitekim Boşnaklar’ın ve Arnavutlar’ın hidayet bulmaları, mübârek ecdâdımızın gönüllerine nakşolmuş olan İslâm’ın rûhânî dokusunu, hâl ve davranışlarına da güzelce aksettirmelerinin bir bereketidir. Bundan dolayı “Osmanlı” demek, “imrenilecek derecede yüksek bir edep, nezâket ve zarâfet timsâli kimse” demektir.
Bu vesîleyle şunu da ifâde etmeliyiz ki, İslâm’ın güzel bir sûrette anlaşılıp tatbik edildiği Osmanlı cemiyetinde, insanların olgunluğunu ve birbirlerine hayal ötesi bir nezâket, zarâfet, merhamet ve tesânüd (dayanışma) hissiyle nasıl kenetlendiklerini anlayabilmek için, vakfiyelerin muhtevâlarına göz atmak bile kâfîdir. Onların derin düşünce ve hassâsiyetlerinin tezâhürü olan vakfiye muhtevâları ve buna dâir tatbikât, medeniyetimizin yüz akı keyfiyetleridir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları, 2011
OSMANLI’NIN UNUTTUĞUMUZ ÂDETLERİ
Osmanlı demek, imrenilecek edeb ve nezâket timsâli kimse demektir. Bu vasıfların sayısız tezâhürleri vardır.
Osmanlılar, husûsiyle can ü gönülden bağlı bulundukları İslâm’ın kin ve garazı yasaklaması münâsebetiyle her cuma ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları affedip barışmaya vesîle hâline getirmişlerdir. Merhametlerinin muktezâsı olarak şahsî münâsebetlerde kin gütmeyip af yolunu tutmuşlardır.
OSMANLI ÂDETLERİ
Villamont şöyle der:
“…Her kimin bir düşmanı varsa gidip ondan af dilemekle mükelleftir. Öteki de el öpmeden ve musâfaha da etmeden evvel affettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkkî edilirler.”
OSMANLI’DA GÖRGÜ KURALLARI
Ecdâdımızın sâhip olduğu edeb, nezâket ve terbiyenin sayılamayacak kadar çok tezâhürü vardır. İslâm’la yoğrulan Osmanlı mülkünde:
1) Avrupa halklarında mevcud olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktu. Sokaklar, gâyet sâkin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi.
2) Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakar ve sekînet-içinde olurdu. İfâdeleri gâyet zarif ve düzgündü. Bunları gören Charles MacFarlane şöyle demekten kendini alamaz:
“Bu milletin konuşması, ne kadar güzel ve mükemmel! Öyle ki, bütün medenî milletlere örnek olabilir.”
3) Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesnâ bir nezâket ve vakar arz ederdi.
4) Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti.
5) Hanımlara karşı hürmet ise, umûmî bir an’aneydi. Âileden olmayan hanımlar bile anne, teyze, hala ve bacı olarak telâkkî edilirlerdi.
Bu ve benzeri hususlarla alâkalı tedkiklerde bulunan Avrupalı müelliflerin de birçok tespit ve itirafları olmuştur.
Guer şöyle der:
“Türklerin pek mükemmel muâşeret usûlleri vardır ki, onlar, bunların bütün kâidelerine riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında başlarını eğip sağ ellerini göğüslerine götürmek sûretiyle selâmlaşırlar. Muhâtaplarına, onları tebcîl edici bir sûrette, yâni rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarla hitâb ederler.”
Lady Craven şöyle der:
“Türklerin kadınlara karşı olan muâmeleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkeğe, hukûken ölüm cezâsı verildiğinde, evrâkı tedkik edilir ve bütün eşyâsı da müsâdere olunabilir; fakat hanımına gâyet iyi muâmele edilir, mücevherâtı kendisine bırakılır.”
Brayer şöyle der:
“…Umûmiyetle pek kalabalık olmayan cemiyetleri iyi tedkik edin: Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve yüzlerinin çizgilerinde ne tatlı bir sükûnet ve nezâket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!”
TÜRKLERİN EDEBİ
Edmondo de Amicis de şöyle der:
“…Tedkik ve tespitlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahî bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur. Hattâ namaz vakitlerinde bile câmîleri gezmek mümkündür! Bu ziyâretlerde bir ecnebî, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riâyet görebileceğinden emîn olabilir. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla mütecessis bir nazara bile hiçbir zaman tesâdüf edilmez. Kahkaha sesleri gâyet nâdirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi duyulmaz.”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
OSMANLI ÖRF VE ADETLERİ
Yüzyıllar boyunca kuşatan kuşağa aktarılan lâkin bu devirde yabancı kaldığımız Osmanlı devrinin güzel örf ve âdetlerini istifadenize sunuyoruz.
Osmanlı devrinin asil ve görgülü hanımefendileri, bugünkü pek lüks, aldatıcı ambalaj içinde, türlü türlü, cildi tahriş edici, zehirleyici, esans, krem ve pomatlar yerine, gül suyu kullanırlardı.
Yetmiş-seksen yaşındaki ihtiyar annelerin bile ciltleri ve yüzleri ter ü taze ve nurlu idi. Zamanımızdaki hanımlar ise, bir yandan ibadetin nûrundan mahrûmiyet, diğer yandan da ciltleri kozmotiklerle tahriş neticesinde erken yaşlarda ihtiyarlamaya başlamaktadırlar.
OSMANLI’DA YÜKSEK EDEP VARDI
O zamanlar Ramazân-ı Şerîf, sabırsızlıkla beklenir, kavuşunca da herkes, oruçlarını büyük bir zevk içinde tutardı. Teravih namazlarında câmiler hınca-hınç dolardı. Gayr-i müslimler bile anlayış gösterirler, Müslümanlara hürmeten yemeklerini gizli yerlerdi.
Mîlâdî sene başlarında ormanları tahrip demek olan on binlerce çam ağacını keserek Hıristiyan âdeti üzere odalarına dikip de önündeki mükellef sofralarda hindi dolmalarını midelerine indiren duygusuz bir mutlu azınlık yoktu.
O demler, şimdi yapılan kaba, kalp kırıcı şakalar yerine, duygulu, ince nükteli latîfeler yapılırdı. Meclislerde çaylar, kahveler, gül şerbetleri ve menbâ suları içilir, târihî ibret verici menkıbeler anlatılır, salâhiyetli kimseler tarafından şiirler okunurdu.
OSMANLI TOPLUMU MUTLUYDU
Asık yüzlülük, saygısızlık ve nâdanlık yoktu. Herkes şendi, güleryüzlü ve neş’eli idi. Bayram ve kandil günlerine hürmet edilirdi. Bu mübârek günlerde herkes birbirini ziyâret eder, Kur’ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf okunur, bu sûretle birçok ev ve konak bu lâhûtî nefhadan hissesini alırdı.
Herkes hediyeleşirdi. Misâfirlere izzet ve ikram ile gönüller tatyîb edilirdi. Zarûret olmadan büyüklerin ve hürmete şâyan kimselerin yanında yüksek sesle konuşmak, çok ayıp ve nezâketsizlik sayılırdı. Çocuklar âilelerinden aldıkları terbiye îcâbı baş köşeye oturmazlardı.
Balı, onun tadını bilmeyen kimselere nasıl tarif edemez isek, o günlerin de tasvîrini lâyıkıyla yapamayız. Hulâsa o günler, bugün hayâl dahî edemeyeceğiniz lâhûtî demlerdi.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
OSMANLI TOPLUMUNUN AHLÂKI, NİZAMI VE SECİYESİ
Mûsâ Topbaş Efendi, çocukluk yıllarında şâhid olduğu son Osmanlı toplumunun ahlâk, nizam ve seciyesini şu şekilde nakleder:
Takriben yedi sekiz yaşlarında idim. Çocukluğumun Erenköyü’nde geçmesi bakımından, o zamanın bilhassa Erenköyü’ndeki halkın birbirlerine karşı, samîmiyet, muhabbet ve nezâketlerini düşündüğümde, günümüzle mukâyese eder de, çok üzülür ve müteessir olurum.
Bir âile fertleri gibi herkes, birbirini candan ve samîmî bir şekilde severdi; birinin neş’esi hepsinin neş’esi, birinin kederi hepsinin kederi olurdu. Düğünlere, derneklere herkes iştirâk eder, gönül hoşluğu ve gönül sohbetleri ile güzel günler geçirilirdi. Hastalar ziyaret edilir, hediyeler, tatlı ve tesellî edici sözler ve güler yüzlerle kederleri izâle edilirdi. Gariplere, yoksullara, darda kalmışlara ve kimsesizlere Allah rızâsı için, herkes elinden geldiği kadar severek yardımda bulunurdu.
Zenginlerin kesesi, fakirler hesabına dâimâ açıktı. Şefkatli doktorlar çoktu. Onlar, bir baba şefkatiyle hastaları muâyene ederler, çoğu zaman fakirlerden para almazlar, îcâb ederse ilâç parasını dahî ceplerinden öderlerdi. Yangın olduğunda o zamanın tulumbacıları ve külhanbeyleri bile harekete geçer, yıldırım hızıyla uzak semtlerden gelirler, söndürme husûsunda yardımcı olurlardı.
Bu fedâkâr insanların hatırlarına, mal çalmak, kötülük etmek gibi en ufak bir şey gelmezdi. Bu gibi yardım ve hizmetler, farz-ı ayn telâkkî edilirdi. Aynı semtte bir cenâze vukûunda bütün mahalle halkı iştirâk ile cenâze sahiplerini tesellî ederler ve o kederdîde ev halkına günlerce yemek taşırlardı.
EVLENECEK GENÇLERE DEVLET DESTEĞİ
Herkes birbirine karşı saygılı idi. Nezâket, nezâket, edep yine edep sezilirdi. Şimdiki gibi bilgisiz okur yazarlar ile nezâket mahrûmu ve halkını küçük gören öğretim üyeleri yerine, ümmî fakat bilgili, görgülü, hatırşinas insanlar çoktu. Yaşlı ile genç, zengin ile fakir kardeş sayılırdı. Zenginler de mütevâzı insanlardı. Mahallelerindeki dul ve yetimler, onların himâye ve teminâtı altında idi. Yedikleri, içtikleri, giydikleri ile övünmezlerdi. Verenin Hak -celle ve alâ- Hazretleri olduğunu bildikleri için, şükürleri boldu. İsraftan kaçarlar, birikenlerle fakirleri, dulları ve yetimleri korurlardı. Evlenemeyen gençlere evlenme husûsunda maddî-manevî yardımda bulunmaktan büyük bir zevk alırlardı.
Hasetçilik, çekememezlik, gıybetçilik gibi kötü hareketler nâdirdi. Şâyet böyle bir şeye cür’et edecek olan olursa, muhâtaplarından ters tepki husûle gelebileceğini bilir, halkın nazarında îtibardan düşmekten korkardı.
Farzdan sonra en mühim ibadetin, “mü’minlerin gönüllerini almak” olduğunu bilirlerdi. Ağızlarından hep tatlı, rûhu teskin edici sözler sarf ederek evliyâ menkıbelerinden misâller verirlerdi.
Kimse, kimse ile çekişmez, uğraşmazdı. Kimse kimseyi küçümsemez, hor görmezdi. Küçükler büyükleri sayar, büyükler de küçüklere karşı şefkatle muâmele ederlerdi. Ana-baba hukûkuna son derece dikkat edilir, onlara karşı itaatte kusur edilmezdi.
Büyükler de, küçüklere karşı dikkatli olup, şımarmasınlar, istikbâlin ciddî, vakarlı ve mütevâzı insanları olsunlar diye onların yanında hafif hareketlerde bulunmazlardı.
Evin hizmetçisine, çok güzel muâmele edilir, nezâketli davranılırdı. Hizmetkârlar, aynı sofrada yemeklerini yerler, kendilerine tahsis edilen ayrı ve temiz odalarda yatarlardı. Bu güzel muâmele karşısında da kendilerini evin aslî bir ferdi sayarak, tembel tembel bir kenarda oturmayıp istikâmet üzere hizmet ederlerdi. Kat’iyyen başka bir kapıya gitmek hatırlarından geçmezdi. Hattâ böyle bir teşebbüs, çok ayıp ve nankörlük sayılırdı.
Hizmetkâr genç ise evlendirilir, yaşlı ise ancak cenâzesi o kapıdan çıkardı.
İNFÂK ET EY MÜSLÜMAN!
Çocuk terbiyesine çok ehemmiyet verilirdi. Çocuklara Allah sevgisi ve korkusu, Peygamber ve din muhabbeti aşılanırdı. Sevdirerek ibadet ve infâka alıştırılırdı. Ayrıca çocukların her arzusu yerine getirilerek şımartılmaz, edepli ve terbiyeli olmalarına ihtimam gösterilirdi. Dâimâ dînî, millî, ictimâî telkînat yapılır, güzel ahlâklı, hayâlı ve dürüst olarak yetiştirilmelerine gayret sarf edilirdi.
Âile fertleri, muayyen zamanda hep beraber büyük bir muhabbet içinde yemeklerini yerlerdi. Anne ayrı, baba ayrı, çocuklar ayrı ayrı saatlerde yemezlerdi. Akşamdan sonra ekseriyetle evde kalınır, bâzen akraba, ahbap ziyaretlerine hep beraber gidilir, bâzen de misâfir gelirse onlara güler yüz, tatlı dille ikramlarda bulunurlardı. Evde kalındığı zaman da çocukların anladığı şekilde hasbihaller yapılırdı.
Çocuklar izinsiz olarak hiçbir yere gidemezler, izin aldıklarında da söz verdikleri saatte evlerine dönerlerdi.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
OSMANLI’DA EDEP VE HAYA NASILDI?
Îmandan bir şûbe olan hayâ ve buna bağlı olarak gönle yerleşen tevâzû, Osmanlı’nın mümtaz vasıfları arasındadır.
İffet ve ismet mefhûmunun hayata tatbiki husûsunda Osmanlılar, son derecede hassas davranmışlar ve bu sâyede cemiyet nizâmını ayakta tutabilmişlerdir. Hayâ, tevâzû ve edebin menbaı olan İslâm’a pek sıkı bir şekilde bağlılık göstermişler, birçok mevzûda olduğu gibi bu hususlarda da aslâ tâviz vermemişlerdir. Öyle ki, bir kadının saçına uzanmaya yeltenen kâfir elini, bir harp sebebi saymışlardır. Onlar, hayâ esaslarına riâyetle yükselmiş ve öz değerlerini koruyabilmişlerdir.
TEMİZ TOPLUM
Bugünkü tâbirle o yapının halkı; “temiz toplum” hâlinde tarihte tebârüz eden müstesnâ bir mevkii hâiz olmuşlardır. Mouradgea d’Ohsson:
“Hayâ esasları, her Müslümanı erkek ve kadın vücûdunun bâzı kısımlarını hem açmaktan hem de bakmaktan men eder. Buna, ancak kat’î bir zarûret hâlinde cevaz verir.
Mecbûriyet hâlindeki bu cevaz; hekim, cerrah, ebe ve sünnetçilere münhasırdır. Ancak bunlar bile yalnız kendi hizmetlerine ihtiyaç gösteren kısma bakabilirler.
Hayânın kalın bir perdeyle kapladığı kısımlar müstesnâ olmak üzere erkek erkeğe kadın kadına bakabilir. Fakat yine de eğer muhayyileleri doğru yoldan saptıracak bir hâl mevzubahis ise gönüllerini her türlü iğvâ tehlikesinden muhâfaza etmek üzere derhâl gözlerini yummak mecbûriyetindedirler.” demektedir. Brayerşöyle der:
“Müslüman Türkler arasında hayânın bir neticesi olarak kibir ve gurur âdeta yok olmuştur. Çünkü kibir ve gurur, İslâm’ın pek şiddetli bir şekilde yasakladığı menfîliklerdendir. Şöyle buyrulur:
“Yeryüzünde sakın azametle yürüme, insanlardan nazarlarını gururla çevirme!”
“Mütekebbir ve mağrur olandan Allah nefret eder!”
“Hareketlerinde mütevâzı ol, kısık sesle konuş!”
“Kibir, cehâletten ileri gelir, âlim aslâ mağrûr olmaz.”
“Tevâzû insana necâbet verir.”
Bundan dolayıdır ki, Osmanlı’nın yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber aslâ kibir ve azamet yoktur. O, dâimâ kısık sesle konuşur. El ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mütehakkimâne bir edâ sezilmez. Hizmetlerinde tatlılık ve kolaylık vardır.”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
OSMANLILAR NASIL İNSANLARDI?
Osmanlılar, tevâzû ve mahviyetleri kadar ağırbaşlılık, ciddiyet ve vakarları ile de tebârüz etmişlerdir. Bu güzel hâlin neticesi olarak da kahkahalarla gülmek, hafiflik telâkkî edilmiş; mütebessim olmak, bir tabiat-i asliye hâline gelmiştir.
Osmanlı döneminin o vakur insanları, gevezelikten hoşlanmaz, fikirlerini kısa ve vecîz olarak ifâde ederlerdi. Ağırbaşlı oldukları için hâdiseler karşısında gereğinden fazla heyecanlanmazlardı. Gürültü-patırtı etmeyi ve bağırıp çağırmayı da sevmezlerdi.
Bu mükemmellik, sadece büyüklerde değil, seviyeleri nisbetinde küçük çocuklarda bile müşâhede edilirdi. Çocuklar, her yerde olur olmaz gürültü-patırtı etmezlerdi. Büyüklerin yanında yavaş konuşurlardı. Kimseyi rahatsız etmeyecek oyunlar oynarlardı.
Th. Thornton, müşâhedelerini şöyle anlatır:
“Türkler, ağırbaşlı ve sâkin görünürler. Eğlenceleri bile sükûnet içinde geçer. Neş’e ve şenliğin gürültülü olanlarını, çılgınlık sayarlar. Sükût ve sükûnetten ayrı bir zevk alırlar. Hareketlerinin ağırlığında bir haşmet ifâdesi vardır. Hayatlarının ciddî işler hâricindeki kısımlarını sağda solda tüketmeyip istirahate ayırır ve zindeliklerini muhâfaza ederler. Erken yatar, gün doğmadan da kalkarlar.”
Ubicini de:
“…Umûmiyetle yakışıklı, gürbüz, mütenâsip endamlı ve son derece temizdirler. Gıdâları bol değildir, ama sıhhîdir. Yegâne içecekleri, sudan ibarettir. Tahsilleri umûmî mâlûmat bakımından sathî, fakat kendi meslekleri bakımından mükemmeldir. Her şeyden evvel müslümanlığın husûsiyetlerini tahsîl ederler. Böylece, o hayran bırakan zarif incelik ve o nâzikâne vakara sahip olurlar. Bizim büyük şehirlerimizdeki esnaf takımının kaba tavırları ve lâubâlilikleri ile bunların kibarlıkları arasında dağlar kadar fark vardır.” demektedir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
OSMANLI’DA TEMİZLİK ANLAYIŞI
“Temizlik îmânın yarısıdır.” (Müslim, Tahâret, 1) hadîs-i şerîfini şâheser hüsn-i hatlarla yazarak evlerinin ve câmîlerinin duvarlarına asan Osmanlılar, bunları daha ziyâde gönüllerine yerleştirerek kendilerine şiâr ve düstur edinmişlerdir.
Mîmarbaşı Koca Sinan, mü’minlerin refah, huzur, temizlik ve kolaylığı için ömrünün son demlerine kadar, memleketin her bir köşesine türlü imâretler, su yolları, çeşmeler ve hamamlar yapmıştır. Onlar temizliği, hem maddî hem de mânevî olarak gerçekleştirmişlerdir. Çünkü temizlik, dînî vazifelerle iç içedir.
EVLERDE HAYVAN BESLENMEZ
Temizlik husûsunun kusursuz olması için köylere varana kadar her tarafta hamamlar yapılmıştır. Müslüman evleri, son derece temizdir. Ayakkabılarla aslâ içeri girilmez. Her yer, namaz kılınabilecek derecede pırıl pırıldır. Evlerde hayvan beslemek diye bir şey yoktur. Hattâ evlere kuş bile sokulmaz.
Bu güzel hasletlerin tabiî bir neticesidir ki Osmanlılar, umûmiyetle gürbüz yapılı, kuvvetli kimseler olarak tebârüz etmişlerdir. Batılıların kendi ifâdeleriyle o dönemdeki temizlik mahrûmu Avrupa’nın tek bir şehrinde bile, bütün Osmanlı mülkünde bulunanlardan daha çok sayıda sakat ve biçimsiz insanlar vardı.
Meşhur Louvre (Luvr) sarayında helânın unutulmuş olması, o zamanki Avrupa’nın temizlik husûsundaki hâlini ortaya koymak için kâfîdir. Nitekim bir zamanlar Fransa’da şemsiyenin, sokağa atılan kirli su ve idrardan korunmak için kullanılmış olduğu da rivâyetler arasındadır.
OSMANLI’NIN TEMİZLİK VE NEZAKETİ
Bâzı batılı müelliflerin, Osmanlı toplumundaki temizlik ve nezâkete dâir müşâhedeleri şöyledir:
1) de Thevenot şöyle der:
“Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur, isimlerini dahî bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türkler’in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki îtidalleridir. Onlar gâyet az yerler. Yedikleri de, hristiyanlarınki gibi karma karışık şeyler değildir.”
Ricaut:
“Yemeklerden evvel ve sonra elleri yıkamak, Türkler arasında vazgeçilmeyecek derecede umûmî bir âdet hükmünü almıştır.” der.
2) B. Tavernier:
“Osmanlıda sofradan kalkılır kalkılmaz mutlaka el ve ağız yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir. Büyüklerin konaklarında ya gül suyu ya da güzel kokulu başka bir su da ikrâm edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız.” der.
3) R. Durdent:
“Türkler, dînî bir vazife olarak günde beş vakit namaz kılmak ve birçok defâ abdest almakla mükelleftirler. Onlar bu şekilde rûhen de temizleneceklerine inanırlar.” der.
4) Dr. A. Brayer de:
“Osmanlı, yıkanıp temizlenmeyi hiçbir zaman ihmâl etmez. Tâkatten düşse bile çocukları, uşakları veya hanımı vâsıtasıyla yıkanıp temizlenir. Öldüğü zaman cenâzesi bile şeriat ahkâmına göre yıkanıp temizlenmeden tabutuna konulmaz. Oysa Avrupalılar, hastalandıklarında veya tâkatten düştüklerinde temizlik kaygısını umûmiyetle unutuverirler. Ölünce de evinde bulunabilen en kötü beze sarılıp dikildikten sonra tabuta konulurlar. Âilesi, cesedin en sathî bir şekilde temizlenmesini aklından bile geçirmez.” der.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
AVRUPA’NIN EN NAZİK VE KİBAR MİLLETİ
Osmanlıların edep, nezâket ve terbiye husûsunda kaydettikleri seviye, hiçbir milletle kàbil-i kıyas değildir.
Onların muâşeret âdâbı, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz eder. Bunlar, millet ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynen riâyet edilen rûhî ve vicdanî bir kânun mesâbesindedir. Dolayısıyla Osmanlı demek, imrenilecek edep ve nezâket timsâli kimse demektir.
Bu vasıfların sayısız tezâhürleri vardır.
Osmanlılar, husûsiyle cân u gönülden bağlı bulundukları İslâmiyet’in kin ve garazı yasaklamasımünâsebetiyle her cuma ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları affedip barışmaya vesîle hâline getirmişlerdir. Merhametlerinin muktezâsı olarak şahsî münâsebetlerde kin gütmeyip af yolunu tutmuşlardır.
Villamont şöyle der:
“…Her kimin bir düşmanı varsa gidip ondan af dilemekle mükelleftir. Öteki de el öpmeden ve musâfaha da etmeden evvel affettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkkî edilirler.”
OSMANLI’DA EDEP, NEZÂKET VE TERBİYE
Osmanlı edep, nezâket ve terbiyesinin burada sayılmasına imkân olmayacak derecede müstesnâ tezâhürleri vardır. İslâm’la yoğrulan Osmanlı mülkünde:
- Avrupa halklarında mevcut olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktu. Sokaklar, gâyet sâkin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi.
- Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakar ve sekînet içinde olurdu. İfâdeleri gâyet zarif ve düzgündü. Bunları gören Charles Mac-Farlane şöyle demekten kendini alamaz:
- Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesnâ bir nezâket ve vakar arz ederdi.
- Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti.
- Hanımlara karşı hürmet ise, umûmî bir an’aneydi. Anne, teyze, hala ve bacı olarak telâkkî edilirlerdi.
Guer’den:
“Türklerin pek mükemmel muâşeret usûlleri vardır ki, onlar, bunların bütün kâidelerine riâyet ederler. Birbirlerine mülâkî olduklarında başlarını eğip sağ ellerini göğüslerine götürmek sûretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, onları tebcîl edici bir sûrette, yani rütbe ve mevkîlerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi sıfatlarla hitâb ederler.
TÜRKLERİN KADINLARA VERDİĞİ ÖNEM
Lady Craven’den:
“Türklerin kadınlara karşı olan muâmeleleri, bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkeğin, hukûken boynu vurulur, evrâkı tedkîk edilir ve bütün eşyâsı da müsâdere olunabilir; fakat karısına gâyet iyi muâmele edilir, mücevherâtı kendisine bırakılır.”
Brayer’den:
“…Umûmiyetle pek kalabalık olmayan cemiyetleri iyi tedkik edin: Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve yüzlerinin çizgilerinde ne tatlı bir sükûnet ve nezâket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!”
Viguier’den:
“…Sohbet edenlerin ifâdeleri veciz ve telâffuzları da pek temizdir! Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zarâfet ve sâdelik vardır. Ecnebîleri en çok hayrette bırakan cihet, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umûmiyetle sözünü pek kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar güzel bir dikkat hâlindedir. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle müdâfaa ederler. Söylenen sözlerde herhangi bir fenâlık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe mugâyir, lâubâlî lâkırdılar yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmet ve onların hakkına riâyet, hayâl edilemeyecek bir nezâket içindedir.
Diyebilirim ki Osmanlılar’ın ahlâkî husûsiyetleri, insanı âdeta teshîr eder. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişâmı, misâfir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riâyet ettikleri teşrîfâtın zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Edmondo de Amicis’ten:
“…Tedkik ve tespitlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahî bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur. Hattâ namaz vakitlerinde bile câmileri gezmek mümkündür! Bu ziyaretlerde bir ecnebî, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha fazla hürmet ve riâyet görebileceğinden emîn olabilir. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla mütecessis bir nazara bile hiçbir zaman tesâdüf edilmez. Kahkaha sesleri gâyet nâdirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
İSTANBUL SEYYÂHLARININ GÖZÜYLE OSMANLI
Osmanlılar, doğruluk husûsunda eşsiz, nâmus mevzuunda da son derece hassas bir gönül yapısına sahiptirler. Bu hâlleri, pek yüksek ve müstesnâ bir fazîlet arz eder ki, bu da, Kur’ân-ı Kerîm ile Sünnet ahkâmına bağlılıklarının bir neticesidir.
Osmanlı’da doğruluk ve nâmus anlayışı, yalnız kendilerine değil, ırk ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün milletlere karşı tatbik edilen umûmî bir şuur hâlindedir. Bu gerçeği birçok misâlde görebilmek mümkündür. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Osmanlı mülkünü tedkîk eden papazların, kızlarını bir medreseye gönderip de sabahleyin onlardan Türkler’in nâmusları hakkında aldıkları mâlûmat ve benzeri gerçekler, kendilerini İslâm ile şereflendirecek kadar müessir olmuştur. Gerek sultanların tâlimatları, gerekse ahâlî ve askerlerin tavır ve davranışlarında pek bâriz bir şekilde görülen bu hassâsiyet, düşmanlarımız tarafından bile îtiraf ve ikrâr edilmiştir.
Bu yüksek fazîletin yaşandığı Osmanlı’da tabiî bir netice olarak birçok ticarî ve iktisâdî muâmele senetsiz yapılmıştır. Tek bir kişinin yıllarca dağlardan altınlar naklettiği hâlde hiçbir hırsızlık veya gasba mâruz kalmaması da, Osmanlı’daki eşsiz doğruluk ve nâmus mefhumunun başka yerlerde misli görülmemiş bir tezâhürüdür. Memlekette görülen birtakım hîlekârlık, sahtekârlık ve haksızlıkların, müslüman ahâlîden ziyâde gayr-i müslimlere münhasır olduğu, yabancılar tarafından da açıkça ifâde ve îtiraf edilmiştir.
BATILI SEYYÂHLARIN GÖZÜYLE İSTANBUL
de la Motraye şöyle der: “Türkler’in namuskârlığını ifâde etmek husûsunda bir an bile tereddüt edemem.
Ben dalgın bir kimseyim. Muhtelif dükkânlardan öteberi satın alırken bâzen kesemi, bâzen vakti anlamak için baktığım saatimi eşyâ yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bâzen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra, dükkâncının fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekip gittiğim olur. Fakat şunu ifâde edeyim ki, benim bütün bu hâllerime rağmen Türk dükkânlarında hiçbir şeyim ve bir tek meteliğim bile kaybolmamıştır. Zira dükkâncılar, vaziyeti anlar anlamaz peşimden hemen adam koştururlar. Eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönememişsem, o zaman da unuttuğum şeyi iâde için ikâmetgâhımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar adam gönderirler. Bu hâl bir kez değil, defalarca tahakkuk etmiştir.”
İsveç’in İstanbul sefirliğini yapan ve bu esnâdaki tedkikleri ile Osmanlı müesseseleri ve teşkilâtı hakkında yedi ciltlik bir eser yazan Mouradgea d’Ohsson şöyle demektedir:
“Osmanlı Türkleri, diğer fazîletleri kadar nâmuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’ân’ın en kıymetli ahkâmına dayanan meziyetleri itibâriyle de şayân-ı takdîrdirler. Onların medh ü senâ edilecek meziyetlerinden biri de, verdikleri söze sâdık olmalarıdır. Onlar, başkalarını aldatmaktan ve emniyeti suistimâl ile bir kısım insanların saflığından istifâdeye kalkışmak ve istismar etmekten büyük bir vicdan azâbı duyarlar. Kendi aralarındaki bütün muâmelelerine yerleşmiş bulunan bu kemâli, hangi din ve mezhebe mensub olursa olsun, bütün yabancılara karşı da aynı şekilde gösterirler. Bu noktada müslimle gayr-i müslim arasında hiçbir fark gözetmezler. Çünkü onlar, her türlü gayr-i meşrû kazançları İslâmiyet bakımından haram sayarlar ve meşrû olarak kazanılmamış bir servetin, ne bu dünyada, ne de âhirette hiçbir hayrı olamayacağına kat’î sûrette îman ederler.”
L. Castellan’ın Osmanlı’daki eşsiz doğruluk, insaf ve hakşinaslığa dâir anlattığı şu hâdise, çok ibretlidir:
“Dostlarımdan biri anlattı:
İçinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordum. Tophane İskelesi’ne çıkarken torbam yırtıldı. İçindeki bütün paralar dökülüp rıhtımın üstüne dağıldı, bâzıları da denize yuvarlandı. Ben «eyvah» bile diyemeden hemen oradaki halk, paraların üstüne üşüştü. Herkes bulabildiği kadar topluyordu. Ben şaşkınlıktan donmuş bir vaziyette ne yapacağımı bilemiyor, sadece bu hareketleri büyük bir endişe içinde takip ediyordum. Ne göreyim! Herkes, topladığı paraları deniz kenarında kalan torbama koyuyordu. Bunun üzerine içim biraz ferahladı. Hattâ kayıkçılar da, suya dalıp, denizin dibine gitmiş olan kuruşları çıkarmışlardı. Bütün bunlara karşı cömertlik göstermek istedimse de vazifelerini yapmış olduklarından bahsederek her biri bir tarafa çekildi. Zâten o kadar kalabalıktılar ki, hepsine bahşiş yetişmezdi.
Toplanan bütün paralar torbaya konduktan sonra bir hamal da onu yüklenip doğru evime kadar götürdü. Eve girdikten sonra büyük bir merak içinde paramı hemen saymaya başladım. Birçok ziyâna uğramış olduğumu zannediyordum ki, bin kuruşumun da tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Gözlerime inanamadım; bir daha saydım. Evet tek bir kuruşum bile eksik değildi.”
Charles Mac-Farlane, bir Türk düşmanıdır. Buna rağmen şu îtirâfı yapmaktan kendini alamaz:
“Dostum M.W’nin yemiş mevsiminde Çeşme ile İzmir arasında ekseriyetle ulak olarak kullandığı Bucalı Mustafaisminde fakir bir köylü vardı. Bu adamcağız altın torbalarını yüklenerek İzmir’den umûmiyetle akşamları hareket eder, bütün gece yol yürür ve sarp dağlar aşmak sûretiyle otuz fersah gittikten sonra ertesi sabah kıymetli yüküyle Çeşme’ye varırdı. Bâzen yolun bir kısmını katır üstünde katettiği olurdu. Fakat dağlara yaklaşınca daha çabuk gitmek için hayvanından inerdi. Sisamlılar’dan başka korktuğu yoktu. Fakat Mustafa onlara hiç rast gelmediği için, hiçbir zaman karşılaşmayacağına hükmediyordu. İşin asıl şaşılacak tarafı, yol boyunca herkesin onu tanıması ve taşıdığı yüklerin ne olduğunu bilmeyen kalmamasıydı. Buna rağmen İzmir tâcirleri içinde parasını o kadar tehlikeli bir yoldan göndermekte tereddüt eden yoktu…”
LAMARTİNE’NİN SEYAHATNÂMESİ’NDE İSTANBUL…
Fransız şâiri Lamartine de, seyahatnâmesinde İstanbul’dan ayrılırken Eyüb Sultan’da bir kahvenin önünden hareket edişini şöyle anlatır:
“…Yola çıkışımızı seyretmek için halk etrafımıza toplanmıştı; fakat hiçbir hakârete uğramadığımız gibi eşyâmızdan da hiçbir şey zâyî olmadı. Osmanlı’da doğruluk, sokaklarda dahî bir fazîlet hâlindeydi. Kahvenin önündeki ağaçların altında oturanlar ve yoldan gelip geçen çocuklar, at ve arabalarımıza eşyâlarımızı yüklerken bize yardım ettiler. Yere düşen öteberilerimizi ve unuttuğumuz şeyleri toplayıp kendi elleriyle bize getirdiler.”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
TÜRKLERİN AHLÂKİ ÖZELLİKLERİ
Osmanlılarda mertlik, sözde sebat ve ahde vefâ gibi yüksek fazîletler, gönülleri süsleyen ulvî bir ahlâk hâlinde idi.
Avrupa’da “Türklük” ile “Müslümanlık” aynı mânâda kullanılır olmuştu. Bu vesîleyle:
“Türk demek, sözüne güvenilir insan demektir.” denilmiş ve Osmanlılar’ın, hristiyanlar gibi mütemâdiyen yalan yere yemin etmedikleri beyân edilmiştir.
Comte de Bonneval, bu yöndeki müşâhedesini şöyle ifâde eder:
“Türkler vaadlerine dindarâne bir sadâkat gösterirler.”
İsveç sefîri Mouradgea d’Ohsson da:
“Müslüman-Türkler yemin ve ahidlerine son derece sâdıktırlar. Allâh’ın adını ağızlarından düşürmemek gayretlerine bakıldığında, sözlerine Cenâb-ı Hakk’ı şâhid göstermekten başka hiçbir söze lüzum görmezler.”demektedir.
Henri Mathieu ise:
“Türkler’de eşsiz bir hazine mâhiyetinde mevcut olan nâmus ve ahlâk anlayışını tasdik etmemek büyük bir haksızlık olur. Onlar, doğruluğu, fazîletin temeli olarak kabul eden ve verdiği sözü de mukaddes bilen kimselerdir.” der.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
OSMANLI`DA ILLA EDEP DEDIRTEN 15 GELENEK
Osmanlı sosyal hayatı, incelik, anlayış ve özellikle zerafet üzerine kuruluydu. Gündelik hayat bir dizi adabı muaşeret kuralından müteşekkildi. Ne demiş Yunus Emre; ”Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep/ Dediler ilim geride, illa edep illa edep…” Edep, Türk İslam kültürünün öncelikli unsurlarından biri. İşte bunu ispatlayan gündelik Osmanlı kuralları...Pencerenin önünde sarı çiçek varsa "Bu evde hasta var... Evin önünde hatta bu sokakta gürültü yapma..." anlamına gelirdi...
Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa "Bu evde gelinlik çağına gelmiş, bekar kız var... Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme..." anlamına geliyordu...
Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun "diz izine" bakılırdı...
Kahvenin yanında su gelirdi... Şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı... Ona göre ya yemek sofrası hazırlanır ya da meyve ikram edilirdi...
Kapıların üstünde iki tokmak olurdu. Biri kalın biri ince... Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu... Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı... Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu... Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bir mahremi (kocası vs.) açardı...
Peygamber efendimiz (sav) in 63 yaşında vefatından sebep, 63 yaşını geçmiş büyüklerimiz yaşları sorulduğunda "Haddi aştık" derlerdi...
Yolda küçük büyüğünün önünden yürüyemezdi...
Cuma namazına esnaf -ki kuyumcular da dahil- kapıya kilit vurmadan giderlerdi...
Fitre, zekat Ramazan ayından önce Şaban ayında verilirdi... Fakir fukara Ramazan ayına erzaksız girmesin diye...
Esnaf Ramazan ayında toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin "borç defterini" kapatırdı...
Osmanlıda evlerin çatal kapısında (sokak kapısı) ay ve yıldız vardı ve bunun anlamı bu evden birisinin Hacc’a gittiği ve arkadan da “Allah gitmeyenlere de nasip etsin” duaları edilirdi.
Toplumda selam herkes tarafından alınır, verilirdi. Çünkü selam almanın ve vermenin önemini Peygamber (SAV) terbiyesi ile yetişmiş toplum bilirdi. Günümüzdeki gibi zorlama bir şekilde selam verene “merhaba” denmez, selamın ne kadar anlamlı ve değerli olduğu bilinirdi.
Mahalleye yeni bir komşu gelirse diğer hanımlar ona hoş geldiniz’e gider, çocuklar için ailelere iltifatlar edilirdi. Evin çocukları büyükse onlara el işlemeli tablo götürülür ve bu tablolarda el işi işlenmiş ayetler bulunurdu.
Mahallede birisi öldüğünde, cenaze evine ilk önce kıble istikametindeki komşusu, daha sonra sırasıyla diğer komşuları yemek verirlerdi. Kimse eğlenmez, komşunun üzüntüsü paylaşılırdı. Günümüzde ki gibi üstte komşusu ölenin altta gazino havası estirilmezdi.
Eve gelen misafir evden çıkarken arkasını dönmeden geri geri çıkardı. Kapı eşiğinde ki ayakkabıların ucu evi gösterirdi. Bunun anlamı; “Gidin ama tekrar gelin” demekti.
Kaynak: www.karar.com/https://www.karar.com/hayat/osmanlida-illa-edep-dedirten-15-gelenek